14 Ocak 2014 Salı

EK: KARL MARX'DAN P. V. ANNENKOV'A MEKTUP

Karl Marx
Aziz Mr. Annenkov, 

Kitapçım, Monsieur Proudhon'un kitabı La Philasophie de la Misére'i (Sefaletin Felsefesi'ni) bana henüz göndermiş olmasaydı, 1 Kasım tarihli mektubunuza cevabımı çoktan almış bulunacaktınız. Görüşlerimi size hemen verebilmek için, kitabı iki günde baştan sona okudum. Çok acele okuduğum için ayrıntılara giremem. Fakat, size sadece üzerimde yaptığı genel etkiyi anlatabilirim. İsterseniz ikinci bir mektupta ayrıntılara girebilirim. 

Kitabı bir bütün olarak kötü, hem çok kötü bulduğumu açıkça itiraf etmeliyim. Bu şekilsiz ve iddialı eserde M. Proudhon'un geçit yaptırdığı "Alman Felsefesi Yaması"na mektubunuzda siz kendiniz gülüyorsunuz, fakat ekonomik muhakemelere felsefe zehirinin bulaşmadığını varsayıyorsunuz. Ben de ekonomik muhakemelerdeki yanlışlıkları M. Proudhon'un felsefesine bağlamaktan çok uzağım. M. Proudhon, saçma bir felsefe teorisine sahip olduğu için, bize ekonomi politiğin yanlış bir eleştirisini vermiş değildir; fakat o, M. Proudhon'un daha pek çok şey gibi Fourier'den aldığı bir deyişi kullanayım, bugünkü sosyal düzenin hazırlanıp başlamasını ve birbirine kenetlenmesini anlıyamadığı için bize saçma bir felsefe teorisi veriyor. 

M. Proudhon niçin Tanrıdan, evrensel akıldan, insanlığın hiç yanılmayan, gayri şahsî, bütün çağlar boyunca hep kendisinin aynı kalmış olan ve gerçeği bilmek için sadece onu doğru kavramak gereken, aklından bahsediyor? Kendisine soğukkanlı bir düşünür görünüşü vermek için, o zayıf Hegelciliğe niçin başvuruyor? 

Bu bilmecenin anahtarını bizzat kendisi veriyor. M. Proudhon tarihte bir dizi sosyal gelişme görüyor; ilerlemeyi, tarihin içinde gerçekleşmiş buluyor; nihayet insanların bireyler olarak ne yapmakta olduklarını bilmediklerini ve kendi hareketleri konusunda yanılmış olduklarını, yani onların sosyal gelişiminin ilk bakışta bireysel gelişimlerinden ayrı ve bağımsız göründüğünü buluyor: O, bu olayları izah edemiyor. Ve bu yüzden sadece, kendi kendini açığa vuran evrensel akıl varsayımını icat ediyor. Mistik sebepler, yani genel anlamdan yoksun cümleler icat etmekten kolay bir şey yoktur. 

Fakat M. Proudhon insanlığın tarihi, gelişimi konusunda hiç bir şey anlamadığını kabul ederken -o bunu evrensel akıl, tanrı vs. gibi büyük laflar kullanmakla kabul ediyor- o, ekonomik gelişimi anlama kabiliyetinden yoksun olduğunu zımnen ve ister istemez kabul etmiş olmuyor mu? 

Şekli ne olursa olsun toplum nedir? İnsanların karşılıklı eylem ve etkilerinin ürünüdür. Kendileri için şu veya bu toplum şeklini seçmekte, insanlar özgür müdürler? Asla. İnsanın üretim güçlerinin gelişiminin özel, [belli -ç.] bir aşamasını ele alırsanız, ticaretin ve tüketimin özel [belli-ç.] bir şeklini bulursunuz. Üretimde, ticarette ve tüketimde özel, [belli -ç.] gelişme aşamalarını ele alırsanız, buna tekabül eden bir sosyal yapı, buna tekabül eden bir aile ve sınıf kuruluşu, bir tek kelimeyle buna tekabül eden bir uygar toplum bulursunuz. Belli bir uygar toplumu ele alırsanız, ancak uygar toplumun resmi ifadesi olan, belli siyasî şartlar bulursunuz. M. Proudhon bunu katiyen anlamıyacaktır; çünkü o, devletten topluma, yani, toplumun resmi özetinden resmi topluma seslenmekle büyük bir iş yaptığını sanıyor. 

İnsanların, bütün tarihinin temeli olan, kendi üretici güçlerini seçmekte özgür olmadıklarını eklemek lüzumsuzdur; çünkü her üretici güç daha önceki faaliyetin ürünü, kazanılmış bir kuvvettir. Bu sebeple üretici güçler, pratik insan enerjisinin sonucudur; fakat bizzat bu enerji, insanların kendilerini içinde buldukları şartlara, o ana kadar edinilmiş bulunan üretici güçlerin, kendisinden önce varolan ve kendisinin yaratmış olmadığı önceki kuşağın ürünü olan sosyal şekillerin meydana getirdiği şartlara bağlıdır. Birbirini takip eden her kuşağın, yeni üretim biçimine hammadde olarak hizmet eden ve bir önceki kuşak tarafından kazanılmış bulunan üretici güçlere kendisini sahip bulması olgusu sebebiyle, insanlık tarihinde bir tutarlılık meydana gelir; insanlığın tarihi, insanın üretici güçleri ve bunun sonucu olarak sosyal ilişkileri daha fazla gelişmiş olduğu için, daha fazla şekillenir. Öyleye insanlar bunun bilincine sahip olsunlar veya olmasınlar, insanların sosyal tarihi, onların bireysel gelişiminin tarihinden başka bir şey değildir. Onların bütün ilişkilerinin temeli aralarındaki maddi ilişkilerdir. Bu maddi ilişkiler ise onların maddi ve bireysel faaliyetlerinin, içinde gerçekleştiği zorunlu biçimlerden ibarettir. 

M. Proudhon fikirlerle şeyleri birbirine karıştırıyor. İnsanlar kazanmış oldukları şeylerden vazgeçmezler; fakat bu, belli üretici güçleri içinde kazandıkları sosyal biçimi asla terketmezler demek değildir. Tersine, ulaştıkları sonuçtan yoksun kalmamak ve uygarlığın meyvelerini kaybetmemek için, ticaret şekli artık kazanılmış üretici güçlere uygun düşmemeğe başladığı andan itibaren, bütün geleneksel sosyal şekilleri değiştirmek zorundadırlar. Burada ticaret kelimesini en geniş anlamında, Almancada Verkehr'i kullandığımız gibi kullanıyorum. Örneğin, ortaçağın imtiyazları, lonca ve gedik kurumları, düzenleyici rejimin sadece kazanılmış üretici güçlere ve daha önceden mevcut olan ve kendilerinden bu kurumların doğmuş bulunduğu sosyal şartlara tekabül eden sosyal ilişkilerdi. Lonca ve gedik rejiminin koruyuculuğu altında sermaye birikti, denizaşırı ticaret gelişti, sömürgeler kuruldu. Ama insanlar bu meyvelerin çatısı altında olgunlaştığı şekilleri muhafaza etmeğe çalışsalardı, bunun meyvelerini kaybedeceklerdi. İki fırtına, 1640 ve 1688 devrimleri bu yüzden patladı. İngiltere'de bütün eski ekonomik şekiller, bunlara tekabül eden sosyal ilişkiler, eski uygar toplumun resmi ifadesi olan siyasî şartlar yıkıldı. Görülüyor ki insanların içinde üretim tüketim ve değişim yaptıkları bütün ekonomik şekiller geçici ve tarihidir. Yeni üretici yeteneklerin elde edilmesiyle insanlar, kendi üretim tarzlarını değiştirirler. Ve üretim tarzı ile birlikte bu özel üretim tarzının zorunlu ilişkilerinden başka bir şey olmayan, bütün ekonomik ilişkileri değiştirirler. 

M. Proudhon'un anlamadığı ve hele hiç gösteremediği, işte budur. Tarihin gerçek hareketini izleme yeteneğinden yoksun olan M. Proudhon, diyalektik olduğunu gösterişle ilân eden bir fantazmagori (hayalet) yaratıyor. 17., 18. ve 19. Yüzyıllardan bahsetmeyi gerekli bulmuyorum; çünkü onun tarihi, muhayyilesinin dumanlı ülkesinde ilerliyor, mekânın ve zamanın çok üstüne yükseliyor. Kısacası bu, tarih değil fakat eski Hegelci pılıpırtıdan ibarettir; lâik bir tarih değildir, insanın tarihi değil fakat kutsal tarih, düşünceler tarihidir. Onun görüş açısından insan, sadece fikrin veya sonsuz ve ölümsüz aklın kendisini açıklamak için kullandığı bir aletten ibarettir. M. Proudhon'un bahsettiği evrimler, mutlak fikrin mistik döl yatağının içinde tamamlanıp sona ermiş evrimler olarak anlaşılır. Bu mistik dilin üstündeki örtüyü yırtıp atarsanız M. Proudhon'un size kendi kafasının içinde ekonomik kategorilerin kendi kendilerini düzenledikleri sistemi teklif etmekte olduğu meydana çıkar. Bu sistemin çok sistemsiz (düzensiz) bir kafanın düzeni olduğunu size ispat etmek benim için çok güç olmıyacaktır. 

M. Proudhon, kitabına, sevgili konusu değer üzerinde bir tahrir ödevi denemesiyle başlıyor. Bu denemeyi incelemeye bugün girişmeyeceğim. 

Sonsuz ve ölümsüz aklın ekonomik evrimleri dizisi iş-bölümüyle başlıyor. M. Proudhon'a göre iş-bölümü pek basit bir şeydir. Fakat kast rejimi de belli bir iş-bölümü değil miydi? Loncalar rejimi başka bir iş-bölümü değilmiydi? Ve İngiltere'de 17. Yüzyılın ortalarında başlayan ve 18. Yüzyılın son kısmında sona eren manüfaktür sistemi içindeki iş-bölümü de büyük boyutlu çağdaş sanayi içindeki iş-bölümünden tamamen farklı değil midir? 

M. Proudhon, gerçekten o kadar uzaktır ki, lâik iktisatçıların bile katıldıkları şeyleri ihmal ediyor. İş-bölümünden bahsettiği zaman dünya pazarını anmayı gerekli bulmuyor. Güzel. Ama gene de henüz sömürgelerin olmadığı, Avrupa için Amerika'nın henüz mevcut olmadığı ve Avrupa için Doğu Asya'nın ancak İstanbul aracılığı ile var olduğu 14. ve 15. Yüzyıllardaki iş-bölümünün, sömürgelerin artık gelişmiş bulunduğu 17. yüzyıldaki iş-bölümünden temelden farklı olması gerekli değil midir? 

Hepsi bu kadar da değil. Ulusların bütün iç kuruluşları, bütün uluslararası ilişkiler özel bir iş-bölümünün ifadesinden başka bir şey midir? Ve bütün bunların hepsi iş-bölümü değişince değişmezler mi? 

M. Proudhon iş-bölümü sorununu o kadar az anlamıştır ki örneğin Almanya'da 9. yüzyıldan 12. yüzyıla kadar yer almış bulunan, şehir ile kırın (köylerin) birbirinden ayrılmasına değinmez bile. Böylece M. Proudhon'a göre bu ayrılma ebedi bir kanundur. Çünkü o, bu ayrılmanın ne kaynağını, ne de gelişimini bilmez. Bütün kitap boyunca o, özel bir üretim tarzının yarattığı bu olay zamanın sonuna kadar sürecekmiş gibi konuşur. M. Proudhon'un iş-bölümü konusunda bütün söyledikleri sadece bir özettir. Ve üstelik kendisinden önce Adam Smith'in ve daha binlerce kişinin çok yüzeysel ve eksik bir özetidir. 

İkinci evrim makinelerdir. İş-bölümü ile makineler arasındaki bağlantı M. Proudhon için tamamen esrarlı (mistik) bir şeydir. Her çeşit iş-bölümünün kendine özgü üretim araçları vardır. Örneğin 17. Yüzyılın ortalarından 18. yüzyılın ortalarına kadar insanlar her şeyi elleriyle yapmazlardı. Dokuma tezgahları, gemiler, kaldıraçlar gibi makineler, hem de çok karışık makineler vardı. 

Demek ki, makinelerin kaynağının iş-bölümü olduğunu söylemekten daha saçma bir şey olamaz. 

Sırası gelmişken şunu da belirteyim: M. Proudhon makinelerin doğduğu kaynağı anlamadığı gibi, bunların gelişmesini de daha az anlamıştır. Denilebilir ki ilk genel kriz dönemi olan 1825 yılına kadar, genel olarak tüketim talepleri üretimden daha büyük bir hızla artmıştır ve makinelerin gelişimi pazarın ihtiyaçlarının zarurî bir sonucu olmuştur. 1825'ten bu yana makinelerin icadı ve uygulanması, sadece işçilerle işverenler arasındaki savaşın bir sonucu olmuştur. Fakat bu, sadece İngiltere için doğrudur. Avrupa uluslarına gelince, onlar makineleri kabul etmeye hem kendi iç pazarlarında hem de dünya pazarında İngiliz rekabeti sayesinde itilmişlerdir. Nihayet Kuzey Amerika'ya makinelerin girmesi hem başka ülkelerle rekabet, hem de el emeğinin (işçilerin) kıtlığı yani Kuzey Amerika'nın nüfusu ile sanayiinin ihtiyaçları arasındaki nispetsizlik sayesinde olmuştur. Bu olaylardan, M. Proudhon'un, rekabet hayaletini üçüncü evrim diye, makinelerin antitezi olarak sihirbazca davetinin ne büyük bir akıllılık olduğunu anlıyabilirsiniz. 

Nihayet genel olarak makineleri, iş-bölümünün, rekabetin, kredi vs. nin yanı sıra bir ekonomik kategori yapmak tamamen saçmadır. 

Makineler, sabanı çeken öküzlerden daha fazla bir ekonomik kategori değildir. Günümüzde makinelerin uygulanması bizim şimdiki ekonomik sistemimizin ilişkilerinden biridir, fakat makinelerin kullanılma yolu bizzat makinelerden tamamen ayrıdır. Bir adamı yaralamak için kullanıldığı zaman da, onun yaralarını iyileştirmek için kullanıldığı zaman da barut hep aynı kalır. 

M. Proudhon rekabetin, tekellerin, vergilerin veya asayişin, ticaret dengesinin, kredinin ve mülkiyetin kendi kafasının içinde bu söylediğim sırayla gelişmesine imkân vermekle kendi kendisini aşıyor. İngiltere'de hemen bütün kredi kurumları, 18. yüzyılın başında, makinelerin keşfinden önce gelişmiş bulunuyordu. Genel kredi, sadece, vergilendirmeyi artırmak ve burjuvazinin iktidara gelmesinin yarattığı yeni talepleri gidermek için bulunan yeni bir usuldü. Nihayet, M. Proudhon'un sisteminde sonuncu kategori mülkiyettir. Öte yandan gerçek âlemde iş-bölümü ve M. Proudhon'un bütün diğer kategorileri, bugün mülkiyet diye bilinen sosyal ilişkilerdir. Bu ilişkilerin dışında burjuva mülkiyeti, metafizik veya hukukî bir görüntüden başka bir şey değildir. Başka bir çağın mülkiyeti, derebeylik mülkiyeti tamamen farklı bir sosyal ilişkiler dizisi içinde gelişir. M. Proudhon, mülkiyeti bağımsız bir ilişki halinde koymakla bir metot hatasından daha fazlasını işlemektedir: burjuva üretiminin bütün şekillerini bir arada tutan bağı kavramadığını, belli bir çağdaki üretim şekillerinin tarihî ve geçici karakterini anlamadığını açıkça göstermektedir. Sosyal kurumlarımıza tarihî ürünler diye bakmayan, bu kurumların ne kaynaklarını ne gelişmelerini anlayamıyan M. Proudhon, ancak bunların dogmatik bir tarzda eleştirilmesini ortaya koyabilir. 

İşte bu sebeple M. Proudhon, gelişimi izah etmek için uydurma bir masala sığınmak zorundadır. O, iş-bölümünün, kredinin, makinelerin vs.nin hep kendi sabit fikrine, eşitlik fikrine hizmet etmek için icat edildiği hayalini görür. Açıklaması son derece böncedir. Bu şeyler eşitliğin yararına icat edilmişler de, ne yazık ki eşitliğe karşı dönmüşler. Onun bütün muhakemesini, işte bu düşünüş meydana getiriyor. Başka bir deyişle karşılıksız bir varsayım kuruyor ve sonra, gerçek gelişim onun bu uydurma masalını her adımda yalanlayınca, ortada bir çelişme bulunduğu sonucuna varıyor. Çelişmenin, sadece onun sabit fikirleriyle asıl fiili hareket arasında mevcut olduğu gerçeğini sizlerden gizliyor. 

Böylece M. Proudhon, esas itibariyle tarih bilgisinden yoksun olduğu için, insanların kendi üretici güçlerini geliştirdikçe, yani yaşadıkça, birbirleriyle belli ilişkileri geliştirdiklerini ve bu ilişkilerin mahiyetinin üretici güçlerin değişmesi ve gelişmesiyle birlikte zarurî olarak değişmesi gerektiğini kavrayamamıştır. Ekonomik kategorilerin, bu fiili ilişkilerin sadece soyut ifadeleri olduklarını ve ancak bu ilişkiler mevcut oldukça doğru kalabileceklerini kavramamıştır. Bu sebepten o, bu ekonomik kategorileri, üretici güçlerin belli bir gelişim [aşamasının -ç.] özel bir tarihî gelişim [aşamasının -ç.] tarihî kanunları olarak değil de sonsuz ve ölümsüz kanunlar olarak gören burjuva iktisatçılarının yaptığı yanlışlığa düşer. Şu halde M. Proudhon politik-ekonomik kategorileri, gerçek, geçici, tarihî, sosyal ilişkilerin soyut ifadesi olarak görmek yerine, mistik bir tersyüz etme sayesinde, gerçek ilişkilerde bu soyutlamaların sadece maddileşmelerini görüyor. Bizzat bu soyutlamalar ise, dünyanın başlangıcından beri Allah-babanın yüreğinde uyuklamakta bulunan formüllerdir. 

Fakat burada bizim iyi M. Proudhon'umuz ciddi fikir karışıklıkları içine düşüyor. Bütün bu ekonomik kategoriler Tanrının yüreğinden çıkıyorsa [yani -ç.] insanın gizli ve sonsuz hayatı ise, nasıl olur da gelişim diye bir şey vardır ve nasıl oluyor da M. Proudhon bir muhafazakâr değildir? O, bu aşikâr çelişmeleri, bütün bir karşıtlıklar (çatışmalar) sistemi ile açıklıyor. 

Bu çatışmalar sistemine ışık tutmak için bir örnek alalım. Tekel iyi bir şeydir, çünkü bir ekonomik kategoridir. Ve bu sebeple Tanrıdan gelir. Rekabet iyi bir şeydir, çünkü o da bir ekonomik kategoridir. Fakat iyi olmayan, tekelin gerçeği ve rekabetin gerçeğidir. Daha da kötüsü, rekabetle tekelin birbirini yiyip yuttuğu gerçeğidir. Ne yapmalı? Tanrının bu iki ölümsüz ve sonsuz fikri birbirine zıt olduğuna göre M. Proudhon'a şu durum aşikâr geliyor: Tanrının sinesinde de bu ikisinin öyle bir sentezi vardır ki, tekelin kötülüklerini rekabet, rekabetin kötülüklerini tekel dengeleştirir ve giderir. İki fikir arasındaki mücadelenin sonucu olarak bunların sadece iyi yanları meydana çıkar. Bu gizli düşünce, Tanrıdan koparılıp alınmalı ve uygulanmalıdır; böylece her şey en iyi yolu bulacaktır. İnsanın gayri şahsî aklının karanlıklarında gizlenmiş yatan sentetik formül açığa çıkarılmalıdır. M. Proudhon bu açıklamayı yapmak için ortaya çıkmakta bir an bile tereddüt etmiyor. 

Fakat bir an gerçek hayata bakınız, zamanımızdaki ekonomik hayatta sadece rekabeti ve tekelleri değil fakat bir de bunların, bir formül değil bir hareket olan sentezini bulursunuz. Tekeller rekabeti, rekabet tekelleri doğurur. Fakat bu eşitlik, burjuva iktisatçıların zannettiği gibi bugünkü durumun zorluklarını ortadan kaldırmaz, daha da zor ve karışık bir duruma varır. Şu halde bugünkü ekonomik ilişkilerin dayandığı temeli değiştirirseniz, bugünkü üretim tarzını yıkarsanız sadece rekabeti, tekelleri ve bunların çatışmasını değil bunların birliğini, sentezini, rekabet ve tekellerin gerçek dengesini (equilibrium) de yıkmış olursunuz. 
Şimdi size M. Proudhon'un diyalektiğinden bir örnek vereceğim. 

Özgürlük ve kölelik bir çelişme meydana getirirler. Özgürlüğün iyi ve kötü yanlarından bahsetmeme, veya kölelikten bahsederken bunun kötü yanları üzerinde durmama ihtiyaç yoktur. Açıklanması gereken, sadece onun iyi yanıdır. Dolaylı kölelikten, proleteryanın köleliğinden değil doğrudan doğruya kölelikten, Surinam'da, Brezilya'da, Kuzey Amerika'nın güney devletlerinde siyah ırkların köleliğinden bahsediyoruz. Doğrudan doğruya kölelik bugün sanayiciliğin, makineler, kredi vs. gibi, bir mihveridir. Kölelik olmadan pamuk olmaz, pamuk olmadan çağdaş sanayi olmaz. Kölelik sömürgelere değer kazandırmıştır; sömürgeler dünya ticaretini yaratmıştır; dünya ticareti büyük boyutlu makineleşmiş sanayiin zorunlu şartıdır. Böylece zenci ticareti başlamadan önce sömürgeler, eski dünyaya sadece az miktarda ürünler sağlıyordu. Ve yeryüzünde görünebilir bir değişiklik meydana getirmiyordu. Kölelik bu sebeple çok önemli bir ekonomik kategoridir. Kölelik olmasaydı, en ileri ülke olan Kuzey Amerika, patriyarkal bir ülke haline dönüşmüş olurdu. Kuzey Amerika'yı uluslar haritasından silip çıkarırsanız bir keşmekeş, çağdaş uygarlığın ve ticaretin toptan çürüyüp yok olması sonucunu elde edersiniz. Fakat köleliğin ortadan kalkmasına izin vermek, Kuzey Amerika'yı uluslar haritasından silip çıkarmaktır. Ve öyleyse, kölelik bir ekonomik kategori olduğu için, dünyanın başlangıcından beri her ulusta köleliği buluruz. Çağdaş uluslar sadece köleliği yeni dünyaya açıkça ithal ederken onu kendi ülkelerinde nasıl gizliyeceklerini öğrendiler. Kölelik üzerine bu düşüncelerden sonra, bizim değerli M. Proudhon'umuz yoluna nasıl devam edecektir? Özgürlükle kölelik arasındaki sentezi, kölelikle özgürlük arasındaki itidal noktasını veya dengeyi arıyacaktır. 

M. Proudhon insanların kumaş, keten bezi, ipek ürettikleri gerçeğini çok iyi kavramıştır ve bu kadarcık şeyi kavramış olması onun hesabına büyük bir meziyettir! Onun kavrıyamadığı, bu insanların, yeteneklerine göre, bir de, içinde kumaş ve keten bezi hazırladıkları sosyal ilişkileri ürettikleridir. Kendi maddî üretkenliklerine uygun olarak kendi sosyal ilişkilerini üreten insanların bir de fikirleri, kategorileri yani bu aynı sosyal ilişkilerin soyut ideal ifadelerini ürettiklerini ise daha da az anlamış bulunuyor. Böylece kategoriler, ifade ettikleri ilişkilerden daha ölümsüz değildirler. Bunlar tarihî ve geçici ürünlerdir. M. Proudhon'a göre ise, tersine kategorileri başlangıçta mevcut olan ilk sebeptir. Ona göre tarihi, insanlar değil bunlar [kategoriler -ç.] yapar. Soyutluk, olduğu hali ile kategori yani insanlardan ve onların maddi faaliyetinden ayrı olarak kategori, elbette ölümsüz, değişmez, hareketsizdir; sadece, sırf aklın bir varoluş biçimidir. Bu sadece, soyutluğun bu haliyle soyut olduğunu söylemenin başka bir yoludur. Beğenilecek bir safsata! Böylece kategoriler olarak bakılırsa, M. Proudhon'a göre ekonomik ilişkiler, kaynağı veya ilerlemesi olmayan ebedi formüllerdir. 

Bunu başka bir tarzda koyalım: M. Proudhon burjuva hayatının kendisi için sonsuz ve ölümsüz bir gerçek olduğunu doğrudan doğruya söylemiyor. O bunu dolambaçlı bir yoldan, burjuva ilişkilerini düşünce şekilleri içinde ifade eden kategorileri tanrılaştırarak söylüyor. Burjuva toplumunun ürünlerini, bunlar, kafasında kategoriler şeklinde, düşünce şeklinde belirir belirmez, kendiliğinden doğmuş ve kendilerine ait bir hayatla bezenmiş ölümsüz varlıklar olarak alır. Böylece o, burjuva ufkunun üstüne yükselmez. Sonsuz doğruluğunu önceden varsaydığı burjuva düşünceleriyle hareket ettiği için, bu düşüncelerin bir sentezini bir dengesini arar ve bunların dengeye ulaştıkları şimdiki metodun mümkün olan tek metot olduğunu anlamaz. 

Aslında o, bütün iyi burjuvaların yaptığını yapıyor. Bunların hepsi size prensip olarak yani soyut düşünceler olarak düşünülürse, rekabetin, tekelciliğin vs.nin hayatın tek temeli olduğunu fakat uygulamada daha çok şey istettiklerini söylerler. Bunların hepsi, rekabetin öldürücü etkileri olmadan, rekabeti isterler. Bunların hepsi mümkün olmıyanı, yani burjuva hayat şartlarının zorunlu sonuçları olmadan burjuva hayat şartlarını isterler. Bunların hiç biri burjuva üretim tarzının, tıpkı vaktiyle derebeylik tarzı gibi, tarihî ve geçici olduğunu anlamaz. Bu yanlışlık, onlara göre burjuva insanın her toplumun biricik mümkün temeli olması olgusundan doğuyor; bunlar insanların artık burjuva olmıyacakları bir toplumu tasavvur edemiyorlar. 

Şu halde M. Proudhon zorunlu olarak doktrinerdir. Bugünkü dünyayı tersyüz eden tarihî hareket, ona göre, iki burjuva düşüncesinin uygun denge halini, sentezini keşfetmek sorununa indirgenmektedir. Ve böylece bu zeki arkadaş, Tanrının gizli düşüncesini, birbirinden ayın iki düşüncenin birliğini keşfetmek için bütün zekâsını kullanmaktadır; oysa bu iki düşünce, sadece M. Proudhon onları pratik hayattan, şimdiki üretimden yani ifade ettikleri gerçeklerin birliğinden tecrit ettiği için soyut ve birbirinden ayrıdırlar. 

İnsanların edindiği üretici güçlerle bu güçlere artık tekabül etmeyen sosyal ilişkiler arasındaki çatışmadan doğan büyük tarihî hareketin yerine; her ulusun içinde değişik sınıflar arasında ve çeşitli uluslar arasında hazırlanmakta olan korkunç savaşların yerine; yığınların, bu çatışmaların biricik çözümü olan, pratik ve şiddetli eylemi yerine; bu geniş, uzatılmış ve uzun zamandan beri süren ve karmaşık hareketin yerine M. Proudhon kendi kafasının içindeki kaprisli ve acaip hareketi sunuyor. Böylece tarihî yapanlar bilgili adamlardır, Tanrının gizli düşüncelerini aşırmanın yolunu bilen adamlardır. Alelâde insanların sadece bu adamların açıklamalarına uymaları gereklidir. Şimdi M. Proudhon'un her türlü siyasî harekete niçin açıkça düşman olduğunu anlıyacaksınız. Ona göre önümüzdeki sorunların çözümü, halkın ortak eyleminde değil, fakat kendi kafasının diyalektik dönüşlerindedir. Ona göre hareket ettirici kuvvet kategoriler olduğu için, bu kategorileri değiştirmek için pratik hayatı değiştirmek gerekli değildir. Tam tersine. Kategoriler değiştirilmelidir. Ve bunun sonucu mevcut toplumda değişiklik olacaktır. 

Çelişmeleri bağdaştırmak isteği içinde M. Proudhon hattâ bu çelişmelerin temelinin değiştirilmesi gerekip gerekmediğini bile sormaz. O tıpkı kıralı, avam kamarasını ve lordlar kamarasını sosyal hayatın tamamlayıcı parçaları olarak, ölümsüz kategoriler olarak muhafaza etmek isteyen siyaset doktrineri gibidir. Onun bütün aradığı, bu kuvvetler arasında, kuvvetlerden birinin bir zaman hâkim ve bir zaman ötekinin kölesi olduğu fiili hareketten ibaret olan bu kuvvetlerin dengesini kurmak için yeni bir formüldür. 18. Yüzyılda bazı orta zekalar sosyal sınıfları, asilleri, kıralı, parlamentoyu vs.yi denge haline getirebilmek için işte böyle bir gerçek formül aramakla meşguldüler ve bir sabah kalkınca ortalıkta artık hiç bir kıralın, parlamentonun ve asillerin kalmadığını gördüler. Bu çatışma içinde gerçek denge, bu feodal varlıkların ve bu feodal varlıkların çelişmelerinin temeli olarak hizmet etmiş olan sosyal ilişkilerin devrilmesi idi. 

M. Proudhon, ölümsüz ve sonsuz düşünceleri, sırf aklın kategorilerini bir tarafa ve ona göre bu kategorilerin uygulanmasından ibaret olan insanları ve onların pratik hayatını öbür tarafa koyduğu için onda hayatla düşünceler arasında, ruhla vücut arasında daha başlangıçta bir düalizm (ikicilik), birçok şekiller alan bir düalizm bulunur. Siz şimdi bu çelişmenin M. Proudhon'un, tanrılaştırdığı kategorilerin laik kaynağını ve laik tarihini kavramaktaki yetersizliğinden başka bir şey olmadığını anlayabilirsiniz. 

Mektubum, M. Proudhon'un sosyalizmin daha yüksek safhaları için mücadele edenlere karşı ileri sürdüğü düşünceden bahsetmeme imkân vermeyecek kadar uzun oldu. Şimdilik toplumun bugünkü durumunu anlamamış bir insandan bunu değiştirmeye yönelen bir hareketi ve bu devrimci hareketin edebi ifadelerini anlamasının daha da beklenemiyeceğini kabul edersiniz. 

M. Proudhon'la tamamen mutabık olduğum tek nokta duygusal sosyalist hayallerden hoşlanmamasıdır. Bu duygusal, ütopik, koyun kafalı sosyalizmle alay etmek yüzünden ondan önce ben de üzerime hayli düşmanlık çekmiştim. Fakat M. Proudhon sosyalist duygusallığa karşı, örneğin Fourier'de bizim değerli Proudhon'umuzun gösterişli. sığlığından çok daha derine giden; kendi küçük burjuva duygusallığını kurar ve ortaya koyarken -onun ev, karı-koca arasındaki aşk ve benzeri basmakalıp demeçlerinden baysediyorum- kendisini garip bir şekilde aldatmıyor mu? Kendisi, kendi muhakemelerinin bu konulardaki aşırı yetersizliğinin o kadar farkındadır ki, şiddetli hiddetli patlamalarına kendini kaptırıyor, bağırıp çağırıyor (irae hominis probi), köpürüyor, küfrediyor, lanet ediyor, göğsünü dövüyor ve sosyalistlik rezaletinin (şenaatinin) kendisini kirletmemesiyle Tanrının ve insanların önünde övünüyor! Sosyalist duygusallığı veya sosyalist duygusallık gözüyle baktığı şeyleri ciddi bir şekilde eleştirmiyor. Tıpkı kutsal bir kişi gibi, bir papa gibi zavallı günahkârları afaroz ediyor ve küçük burjuvazinin ve evdeki ocağının başında kurulan zavallı patriyarkal ve aşıkane hayallerin zafer türkülerini söylüyor. Ve bu bir rastlantı da değildir. M. Proudhon tepeden tırnağa, küçük burjuvazinin filozofu ve iktisatçısıdır. İlerlemiş bir toplumda küçük burjuva, zorunlu olarak, mevkii icabı, bir tarafıyla sosyalist, öteki tarafıyla bir iktisatçıdır; yani büyük burjuvazinin haşmeti karşısında sersemleşmiştir. Ve halkın çektiklerine sempati duyar. Aynı anda hem bir burjuva, hem de bir halk adamıdır. Kalbinin derinliklerinde o, kendi kendisini tarafsız olduğu için över ve vasat olmaktan farklı olduğunu iddia ettiği doğru dengeyi bulmuştur. Bu tip küçük burjuva, çelişmeyi göklere çıkarır, çünkü çelişme onun hayatının temelidir. O, eylem halinde bir çelişmeden başka bir şey değildir. Pratikte içinde bulunduğu durumu, teoride savunup haklı çıkarması gereklidir. Ve M. Proudhon'un Fransız küçük burjuvazisinin bilimsel tercümanı olmak erdemi vardır; bu, gerçek bir erdemdir. Çünkü küçük burjuvazi, yaklaşan bütün sosyal devrimlerin tamamlayıcı bir parçasını teşkil edecektir. 

Size bu mektubumla birlikte ekonomi politik üzerine yazdığım kitabımı gönderebilmek isterdim; fakat bu kitabı ve size Brüksel'de iken bahsettiğim Alman filozoflarının ve sosyalistlerinin eleştirisini basılmış olarak elde etmek şu ana kadar mümkün olmadı. Bu tür bir yayının Almanya'da karşılaştığı ve bir tarafta polisten ve bir tarafta, benim saldırmakta olduğum bütün eğilimlerin çıkar sahibi temsilcileri olan, kitapçılardan gelen zorluklara inanamazsınız, Kendi partimize gelince, sadece fakir ve zavallı olmakla kalmıyor, fakat Alman Komünist Partisi'nin büyük bir kesimi de, onların ütopyalarına ve demeçlerine karşı çıktığım için bana kızıyorlar...

Karl MARX Brüksel, 28 Aralık 1846

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.