14 Ocak 2014 Salı

BEŞİNCİ GÖZLEM

Karl Marx
Bütün bu düşünceler mutlak akılda ... eşit ölçüde basit ve geneldirler. ... Gerçekte, bilgiye, ancak düşüncelerimizi bir tür basamaklaştırmakla ulaşırız. Ama gerçeğin kendisi, bu diyalektik simgelerden bağımsızdır ve zihinlerimizin bileşimlerinden arınmıştır. (Proudhon, c. II, s. 97.) 

Ekonomi politiğin metafiziği, artık sırrını bildiğimiz bir tür dönüşle, burada birdenbire bir kuruntu haline gelmiştir! Şimdiye dek M. Proudhon hiç bu denli doğru konuşmamıştı. Gerçekten de, diyalektik hareket sürecinin, kötünün karşısına iyi olanı çıkarma, kötüyü tasfiye etmeye yönelen sorunlar koyma ve ötekine panzehir olsun diye bir kategoriyi donatma basit sürecine indirgendiği andan beri, kategoriler bütün kendiliğindenliklerden yoksundurlar; düşüncenin "işlemesi sona erer", içinde yaşam kalmaz. Artık ona durum aldırılmaz ya da kategorilere ayrıştırılmaz. Kategorilerin sıralanmaları, bir tür basamak haline gelmiştir. Diyalektiğin mutlak aklın hareketi olma durumu son bulur. Artık ortada herhangi bir diyalektik yok, olsa olsa bütünüyle saf ahlak vardır. 

M. Proudhon, kavrayıştaki dizilerden, kategorilerin mantıksal sıralanmasından sözederken, tarihi, zaman sırasına göre, yani M. Proudhon'un görüşünce, kategorilerin kendilerini ortaya koydukları tarihsel sıralanmaya göre vermek istemediğini kesinlikle bildirmişti. Demek ki, onun için her şey, aklın saf esiri içinde olup bitmişti. Her şey, diyalektiğin araçları ile bu esirden türetilecekti. Şimdi bu diyalektiği uygulama alanına sokmak zorunda kalınca, aklı buna yetmiyor. M. Proudhon'un diyalektiği, Hegel'in diyalektiğine ters gidiyor ve M. Proudhon, ekonomik kategorilere verdiği sıranın, artık bunların birbirlerini oluşturdukları o sıra olmadığını söyleme durumuna düşüyor. Ekonomik evrimler, bizzat aklın evrimleri değillerdir artık. 

Öyleyse M. Proudhon bize ne veriyor? M. Proudhon'un kavrayışınca kategorilerin kendilerini zamana göre ortaya koydukları sıralamayı, gerçek tarihi mi? Hayır! Bizzat düşüncenin içinde yer alan tarihi mi? O, hiç değil! Yani kategorilerin ne sıradan tarihini, ne de kutsal tarihini! Öyleyse hangi tarihi veriyor bize? Kendi çelişkilerinin tarihini. Bunların nasıl yol aldıklarını ve M. Proudhon'u peşlerinden nasıl sürüklediklerini görelim. 

Altıncı önemli gözleme yolaçan bu incelemeye girişmezden önce, yapmamız gereken daha az önemde başka bir gözlem daha var. 

M. Proudhon ile birlikte kabullenelim ki, gerçek tarih, yani zaman sırasına göre olan tarih, düşüncelerin, kategorilerin ortaya koymuş bulundukları tarihsel sıralanmadır. 

Fer ilke, kendisini içinde ortaya koyacağı kendi öz yüzyılına sahip olmuştur. 

Otorite ilkesi örneğin, 11. yüzyıla sahipti, tıpkı bireycilik ilkesinin 18. yüzyıla sahip olması gibi. Mantıksal sıralanmaya göre ise, ilke yüzyıla değil, yüzyıl ilkeye aitti. Başka bir deyişle, ilkeyi yapan tarih değil, tarihi yapan ilkeydi. Bunun sonucu, tarihi olduğu kadar ilkeyi de kurtarmak için, kendi kendimize belirli bir ilkenin herhangi bir başkasına değil de, neden 11. ya da 18. yüzyılda ortaya çıktığını sorduğumuzda, zorunlu olarak, insanların 11. yüzyılda nasıl olduklarını, 18. yüzyılda nasıl olduklarını, bu yüzyıllardaki gereksinmelerinin, üretici güçlerinin, üretim biçimlerinin, üretimlerinin, hammaddelerinin neler olduklarını – kısacası, bu varolma koşullarının ortaya çıkardığı insanlararası ilişkilerin neler olduklarını inceden inceye incelemek zorunda kalıyoruz. Bütün bu sorunların altından kalkmak demek, her yüzyıl için insanların gerçek, sıradan tarihini yazmak ve bu insanları kendi dramlarının hem yazarları ve hem de oyuncuları olarak sunmaktan başka nedir? Ama insanları kendi tarihlerinin oyuncuları ve yazarları olarak sunduğunuz anda, – dolambaçlı yoldan– gerçek başlangıç noktasına ulaşırsınız, çünkü daha baştan sözünü etmiş olduğunuz o ölümsüz ilkeleri bırakmış bulunuyorsunuz. 

M. Proudhon, bir ideologun tarihin anayoluna ulaşmak için tuttuğu patika boyunca bile, yeterince yolalmış değildir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.