14 Ocak 2014 Salı

ALTINCI GÖZLEM

Karl Marx
M. Proudhon ile kavşağa birlikte varalım. Değişmez yasalar, ölümsüz ilkeler, ideal kategoriler olarak görülen ekonomik ilişkilerin, etkin ve enerjik insanlardan önce varolduklarını teslim edeceğiz; ayrıca, bu yasaların, ilkelerin ve kategorilerin, zamanın başlangıcından beri, "insanlığın kişisel olmayan aklı" içinde uyuklamış olduklarını da teslim edeceğiz. Zaten görmüş bulunuyoruz ki, bütün bu değişmez ve hareketsiz ölümsüzlükler, geriye tarih diye bir şey bırakmıyor; tarih, olsa olsa düşüncenin içinde oluyor, yani saf aklın diyalektik hareketinde yansıyan tarih. M. Proudhon, diyalektik hareket içinde düşüncelerin artık farklılaşmadıklarını söylemekle, hem hareketin gölgesini ve hem de gölgelerin hareketini ortadan kaldırmıştır, ki kişi bunlar aracılığıyla, gene de hiç değilse, tarihin bir benzerini yaratabilirdi. Bunun yerine, o, kendi güçsüzlüğünün suçunu tarihe yüklüyor. Suçu herşeye yıkıyor, Fransız diline bile. "Öyleyse" diyor M. Proudhon "bir şeyin belirdiğini, bir şeyin üretildiğini söylemek doğru değildir: evrende olduğu gibi uygarlıkta da, her şey ezelden beri vardı, hareket etmekteydi. Bu, toplumsal ekonominin tümü için geçerlidir." (c. II, s. 102.) 

Harekete geçen ve M. Proudhon'u da harekete geçiren çelişkilerin üretici güçleri o denli büyüktür ki, M. Proudhon, tarihi açıklamaya çalışırken, tarihi yadsımak zorunda kalıyor; toplumsal ilişkilerin birbiri ardından ortaya çıkışlarını açıklarken, herhangi bir şeyin ortaya çıkabileceğini yadsıyor: bütün evreleriyle üretimi açıklarken, herhangi bir şeyin üretilip üretilmeyeceğinden kuşkuya kapılıyor! 

Demek ki, M. Proudhon için artık tarih diye bir şey yoktur: artık düşünceler sıralanması diye bir şey yoktur. Ama kitabı buna karşın hâlâ var; ve işte bu kitaptır ki, kendi sözleriyle, "düşünce sıralamasına göre tarih"tir. Bütün bu çelişkiler bir çırpıda temizlemesine yardım edecek formülü – çünkü M. Proudhon bir formüller adamıdır– nasıl bulacağız? 

Bu amaçla yeni bir akıl icat etmiştir ki, bu, ne saf ve bakir mutlak akıl, ne de farklı dönemlerde yaşayan ve hareket eden insanların sıradan aklıdır; bu apayrı bir akıldır –kişi-toplumun aklıdır– özne insanlığın aklıdır, ki M. Proudhon'un kalemi, bunu, zaman zaman toplumsal deha, genel akıl ve ensonu insan aklı olarak da biçimlendirmektedir. Bunca ad ile süslenmiş bu akıl, iyi yanı ve kötü yanı ile, panzehirleri ve sorunları ile, M. Proudhon'un bireysel aklı olarak gene de kendini ele veriyor her an. 

Mutlak, ölümsüz aklın derinliklerinde saklı olan "insan aklı, gerçeği yaratmaz". Onu ancak açığa çıkartır. Ama şimdiye dek açığa çıkartılmış bu tür gerçekler, eksik, yetersiz ve bunların sonucu olarak da çelişiktirler. Bundan ötürü, insan aklı, toplumsal deha tarafından keşfedilen, açıklanan gerçekler olarak ekonomik kategoriler de, aynı biçimde eksiktirler ve kendi içlerinde çelişki tohumu taşırlar. M. Proudhon'a dek toplumsal deha, mutlak aklın içinde aynı anda saklı iki şeyden yalnızca karşıt öğeleri görmüş, sentetik formülü görmemiştir. Bu yetersiz gerçekleri, bu eksik kategorileri, bu çelişik düşünceleri yeryüzünde gerçekleştirmekle kalan ekonomik ilişkiler, bunun sonucu kendi içlerinde çelişiktirler ve biri iyi, öteki kötü iki yan gösterirler. 

Tam gerçeği, bütün doluluğu ile düşünceyi, çelişkiyi yok edecek sentetik formülü bulmak; bu, toplumsal dehanın işidir. Gene bundan ötürüdür ki, M. Proudhon'un kuruntusunda, bu aynı toplumsal deha, bütün kategori dizilerine karşın Tanrıdan ya da mutlak akıldan bir sentetik formül koparmayı hiçbir zaman başaramaksızın bir kategoriden ötekine koşturulup durmuştur. 

İlkin, toplum (toplumsal deha), bir temel olgu saptar, bir varsayım, bir gerçek çatışkı kor ortaya, ki bu varsayımın, bu çatışkının uzlaşmaz karşıtlıktaki sonuçlan, bu sonuçlara varmada aklın izlemiş olabileceği aynı yolu izleyerek, toplumsal ekonomi içinde gelişir; öyle ki, düşüncelere ulaşılmasını tüm şeylerinde izleyen sınai hareket, biri yararlı etkiler, öteki yıkıcı sonuçlar olmak üzere iki akıma ayrılır. Bu iki yanlı ilkenin oluşumuna uyumluluk getirmek ve bu çatışkıyı çözmek için toplum, bir ikincisine, çok geçmeden de bunun ardından bir üçüncüsüne yolaçar; ve bütün çelişkilerini tüketmiş olarak –ben insan çelişkilerinin bir sınırı olduğunu varsayıyorum, ama bu kanıtlanmış değildir– bir sıçrayışta tüm önceki durumlarına geri dönünceye ve bir tek formülle tüm sorunlarını çözünceye dek, toplumsal dehanın ilerlemesi bu biçimde olacaktır. (c. I, s. 133.) 

Daha önce antitezin panzehir haline getirilmiş olması gibi, şimdi de tez, varsayım olmaktadır. M. Proudhon'dan geldiği için, bu terim değişikliğinin artık bizim için şaşırtıcı bir yanı yok! Saf olmaktan başka her şey olan insan aklı, eksik önseziye sahip olduğundan, her adımda çözülmesi gereken yeni sorunlarla karşılaşmaktadır. Mutlak akıl içinde keşfettiği ve birinci tezin yadsıması olan her yeni tez, kendisi için sözkonusu sorunun çözümü olarak safça kabullendiği bir sentez haline gelmektedir. Bu akıl, çelişkilerin sonuna ulaşıp bütün tez ve sentezlerinin çelişik varsayımlardan ibaret olduklarını kavrayıncaya dek, durmadan yenilenen çelişkiler içinde işte böyle öfkelenip sinirleniyor. Bu şaşkınlığı içinde "insan aklı, toplumsal deha, bir sıçrayışta bütün o eski durumlarına döner ve bir tek formül içinde bütün sorunlarını çözer". Bu arada belirtelim, bu eşsiz formül, M. Proudhon'un gerçek keşfini .oluşturur. Bu keşif, oluşturulmuş değerdir. 

Varsayımlar ancak belirli bir amaç gözetilerek yapılırlar. Toplumsal dehanın M. Proudhon'un ağzıyla konuşarak kendisi için koyduğu ilk amaç, iyiden başka hiçbir şey kalmasın diye her ekonomik kategori içindeki kötüyü tasfiye etmekti. Ona göre iyi, en yüce mutluluk, gerçek pratik amaç, eşitliktir. Peki, toplumsal deha, neden eşitsizliği, kardeşliği, katolikliği ya da herhangi bir başka ilkeyi değil de, eşitliği amaçlıyor? Çünkü, "insanlık, birbiri ardına bunca çok ayrı varsayımı, ancak bir üstün varsayımı, gözönünde tutarak gerçekleştirmiştir", ki bu da eşitliktir. Bir başka deyişle: çünkü eşitlik, M. Proudhon'un idealidir. M. Proudhon, işbölümünün, kredinin, atelyenin –bütün ekonomik ilişkilerin– yalnızca bu eşitlik için icat olunduklarını ve fakat bunların sonuçta hep eşitliğe karşı döndüklerini sanıyor. Tarih ile M. Proudhon'un uydurmaları her adımda birbirleriyle çeliştiklerinden, M. Proudhon ortada bir çelişki olduğu sonucuna varıyor. Ortada bir çelişki varsa eğer, bu, kendisinin değişmez düşünceleri ile gerçek hareket arasındadır ancak. 

Bundan böyle bir ekonomik ilişkinin iyi yanı, eşitliği doğrulayan; kötü yanı ise, bunu yadsıyan ve eşitsizliği doğrulayandır. Her yeni kategori, toplumsal dehanın, bir önceki varsayımın yarattığı eşitsizliği tasfiye etmek için yaptığı bir varsayımdır. Kısacası eşitlik, toplumsal dehanın ekonomik çelişkiler yuvarlağı içinde fırıldak gibi döndükçe durmadan gözönünde bulundurduğu temel niyet, mistik eğilim, tanrısal amaçtır. Demek ki, Tanrı, M. Proudhon'un ekonomik yükünün tümünü kendi saf ve uçarı aklından daha iyi taşıyan lokomotiftir. O, Tanrıya, vergiler üzerine olan bölümü izleyen koca bir bölüm adamıştır. 

Tanrı, tanrısal amaç, tarihin hareketini açıklamak üzere bugün kullanılan büyük sözcük budur işte. Gerçekte bu sözcük hiçbir şeyi açıklamaz. Olsa olsa bir güzel söz söyleme biçimi, olguları başka sözcüklerle açıklamanın çeşitli yollarından biridir. 

İskoçya'da toprak mülkiyetinin İngiliz sanayiinin gelişmesiyle yeni değer edindiği bir olgudur. Bu sanayi, yün için yeni pazarlar açtı. Büyük miktarlarda yün üretmek için ekilebilir toprakları meraya dönüştürmek gerekti. Bu dönüştürmeyi sağlamak için, mülklerin biraraya toplanması gerekti. Mülklerin biraraya toplanması için ilkin küçük toprak tasarruflarının ortadan kaldırılması, binlerce mutasarrıfın (tenant) kendi topraklarından sürülüp atılması ve bunların yerine milyonlarca koyunu gözetmekle yükümlü birkaç çobanın konulması gerekti. Böylece, İskoçya'daki toprak mülkiyeti, birbirini izleyen dönüşümlerle, insanın koyun tarafından kovalanmasıyla sonuçlandı. Şimdi, İskoçya'daki toprak mülkiyeti kurumunun tanrısal amacının insanların koyunlar tarafından kovulması olduğunu söylerseniz, tanrısal tarih yapmış olursunuz. 

Eşitliğe doğru yönelme eğilimi, elbette yüzyılımıza aittir. Şimdi tutup da bütün önceki yüzyılların tamamen farklı gereksinmeleriyle, üretim araçlarıyla vb., eşitliğin gerçekleşmesi için tanrısalca çalıştıklarını söylemek, her şeyden önce, yüzyılımızın insan ve araçlarını, önceki yüzyılların insan ve araçlarının yerine koymak ve önceki kuşakların edindikleri sonuçların birbirlerini izleyen daha sonraki koşullarca değiştirilmesini sağlayan tarihsel hareketi anlamamak olur. İktisatçılar çok iyi bilirler ki, kimi için tamamlanmış bir ürün olan şey, bir başkası için yeni üretimde kullanılacak hammaddeden başka bir şey değildir. 

M. Proudhon'un yaptığı gibi, siz de, toplumsal dehanın, çiftçileri sorumlu ve eşit haklara sahip işçiler durumuna dönüştürme tanrısal amacı ile feodal beyler ürettiğini, daha doğrusu uydurduğunu varsayınız: insanların koyunlar tarafından kovulması pis zevkini kendisine tattırabilmek için İskoçya'da toprak mülkiyetini kuran Tanrıya layık amaçların ve inanların yerine konulabilecek bir şey elde etmiş olursunuz. 

Ama, madem M. Proudhon Tanrıya bu denli dokunaklı bir ilgi duyuyor, ona kendi gibi bir tanrısal amaç peşinde koşan M. de Villeneuve-Bargemont'un Historie de l’économie politique'ini[a13] salık veririz. Ama M. de Villeneuve-Bargemont'un peşinde koştuğu amaç eşitlik değil, katolikliktir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.