14 Ocak 2014 Salı

B) ARTI-EMEK

Karl Marx
Ekonomi politik konusunda yazılmış yapıtlarda şu anlamsız varsayımı görürüz: Her şeyin fiyatı iki katına çıkartılacak olsa. ... Sanki her şeyin fiyatı, şeylerin birbirlerine olan oranı değilmiş gibi — ve sanki kişi bir oranı, bir ilişkiyi, bir yasayı iki katma çıkartabilirmiş gibi! (Proudhon, c. I, s. 81.) 

İktisatçılar bu hataya, "orantı yasası"nı ve "oluşturulmuş değer"i nasıl uygulayacaklarını bilmediklerinden düşmüşlerdir. 

Ne yazık ki, M. Proudhon'un aynı yapıtında, c. I, s. 110'da, şu anlamsız varsayımı buluyoruz: "eğer ücretler genel olarak yükselirse her şeyin fiyatı da artar". Ayrıca, ekonomi politik konusundaki yapıtlarda tümceyi soru biçiminde bulursak, bunun bir açıklamasını da buluruz. "Kişi bütün metaların fiyatlarının yükselip alçalmasından sözediyorsa, o kişi her zaman bir metaı bunun dışında tutar. Dışta tutulan bu meta, genellikle, para ya da emektir." (Encyclopaedia Metropolitana or Universal Dictionary of Knowledge, c. IV, Senior tarafından yazılmış makale: Political Economy, London 1836. Sözkonusu olan tümceye ilişkin olarak ayrıca bkz: J. St. Mili, Essays on Some Unsettled Questions of Political Economy, London 1844 ve Tooke: A History of Prices, vb., London 1838.) 

Şimdi "oluşturulmuş değer"in ikinci uygulamasına ve öteki oranlara geçelim — bunların biricik kusuru orandan yoksun bulunmalarıdır. Ve M. Proudhon'un burada koyunların paraya çevrilmelerinden daha mutlu olup olmadığını görelim. 

İktisatçılar tarafından genellikle kabullenilen bir aksiyom da şöyledir: her emek bir artı bırakmak zorundadır. Benim görüşüme göre bu önerme evrensel ve mutlak olarak doğrudur: bu, oran yasasının sonucudur ve tüm ekonomi biliminin özeti olarak görülebilir. Ama iktisatçıların izniyle şu kadarını söyleyeyim ki, her emeğin bir artı bırakmak zorunda olduğu ilkesi, onların teorisine göre, anlamsızdır ve herhangi bir kanıt gerektirmez. (Proudhon, [I, 73].) 

Her emeğin bir artı bırakmak zorunda olduğunu kanıtlamak üzere M. Proudhon toplumu kişileştiriyor; onu, bir kişi-toplum biçimine dönüştürüyor — öyle bir toplum ki, hiçbir biçimde bir kişiler toplumu değil, çünkü toplumu oluşturan kişilerle ortak hiçbir şeyi bulunmayan, kendi ayrı yasalarına ve "kendi zekası"na sahip; o zeka ki, sıradan insanların zekası değil, sağduyudan yoksun bir zeka. M. Proudhon, bu kolektif varlığın kişiliğini anlamadıkları için iktisatçıları kınıyor. M. Proudhon'u, iktisatçıları bunun tam tersi ile suçlayan bir Amerikalı iktisatçının şu aşağıdaki sözleriyle yüzleştirmekten zevk duyacağız: "Manevi varlık — ulus denilen gramatik varlık, bir sözcüğü bir şeye dönüştürenlerin hayalleri dışında hiçbir gerçek varlığı olmayan niteliklere bürün-dürülmüştür. ... Bu, ekonomi politikte birçok güçlüklere ve bazı üzücü yanlış anlamalara yolaçmıştır." (Th. Cooper, Lectures on the Elements of Political Economy, Colombia 1826.[a10]) 

Artı-emeğin bu ilkesi diye devam ediyor M. Proudhon "bireylere kendi yasalarının yararını bağışlayan toplumdan kaynaklandığı için, yalnızca bundan ötürü, bireyler için gereklidir." [I, 75.] 

Bununla M. Proudhon'un bütün anlatmak istediği, toplumsal bireyin üretiminin tecrit edilmiş bireyinkini aştığından mı ibarettir? M. Proudhon, biraraya gelmiş bireylerin birbirlerinden kopuk bireylerinkini aşan bu üretim fazlasına mı atıf yapmaktadır? Eğer öyleyse, kendisine, bu basit gerçeği M. Proudhon'un büründüğü mistisizmin kırıntısı olmaksızın ifade etmiş yüzlerce iktisatçı gösterebiliriz. Örneğin bay Sadler şöyle demektedir: 

Toplu çalışma, bireysel çabanın asla başaramayacağı sonuçlar üretir. Bundan ötürü, insanoğlu sayıca çoğaldıkça, onların birleşmiş çabalarının ürünleri böyle bir çoğalmanın her türlü aritmetiksel toplamının vereceği miktarı çok aşacaktır. ... Bilimsel uğraşlarda olduğu kadar mekanik sanatlarda da, bir insan, bir günde ... tek başına ... bir bireyin bütün ömrü boyunca, yapabileceğinden ... daha fazlasını başarabilir. ... Geometriye göre ... bütün, ancak onu oluşturan parçaların toplamına eşittir; önümüzde duran konuya uygulanacak olursa, bu aksiyom yanlış çıkacaktır. Emeğe, insan varlığının bu temel direğine gelince, denebilir ki, toplu çabanın tüm ürünü, bireysel ve birbirinden kopuk çabaların başarabileceklerinin tümünü neredeyse sınırsız oranda aşar. (T. Sadler, The Law of Population, London 1830.) 

M. Proudhon'a dönelim. Artı-emek, diyor kişi-toplumla açıklanır. Bu kişinin yaşamı bir birey olarak, insanın eylemlerine hükmeden yasaların tersi yasalarla yönlendirilir. M. Proudhon, bunu, "olgular"la kanıtlamak istiyor. 

Bir ekonomik sürecin keşfi, mucide, hiçbir zaman onun topluma kazandırdığına eşit bir kâr sağlamaz. ... Demiryolu girişimlerinin, yapımcısı için, devlet için olduğundan çok daha az bir zenginlik kaynağı olduğuna işaret edilmiştir. ... Metaları, toplanmasından teslimine kadar, karayolu ile taşımanın ortalama maliyeti kilometre başına ton olarak 18 santimdir. Bu fiyat ile sıradan bir demiryolu girişiminin yüzde-on oranında kâr elde edemeyeceği hesaplanmıştır ki, bu sonuç, aşağı yukarı bir karayolu nakliyat girişimininkine eşittir. Ama diyelim ki, demiryolu nakliyatının hızı, karayolu nakliyatınınkinin dört katıdır. Toplumda zamanın kendisi bizzat değer olduğuna göre, fiyatların değişmemesi koşuluyla, demiryolu, karayolu nakliyatı üstünde yüzde 400'lük bir üstünlük sağlayacaktır. Bununla birlikte, toplum için çok somut olan bu aşırı üstünlük, topluma yüzde 400'lük bir ek değer verirken, kendi payına yüzde 10 elde edemeyen taşıyıcı için aynı oranda gerçekleşmekten çok uzak kalır. Sorunu daha da belirginleştirmek için diyelim ki, karayolu nakliyatının maliyetinin 18'de kalmasına karşılık, demiryolları fiyatlarını 25 santime çıkarmıştır: demiryolu, nakliyatının tümünü derhal yitirecektir. Göndericiler, alıcılar, herkes, yük arabasına ve hatta gerekirse ilkel yük vagonuna dönecektir. Lokomotif ortadan kalkacaktır. Yüzde 400'lük bir toplumsal yarar, yüzde 35'lik bir kişisel zarara feda edilecektir. Bunun nedeni kolayca kavranabilir: demiryolunun hızlı olmasının yarattığı yararın tümüyle toplumsal, ve her bireyin bu yarardan aldığı payın ancak çok küçük bir oranda olmasına karşılık (şu anda yalnızca mal nakliyatı ile ilgilenmekte olduğumuz akılda tutulmalıdır), zarar doğrudan doğruya ve şahsen tüketiciye biner. 400'lük bir toplumsal kâr, toplum bir milyon kişiden oluşuyorsa, kişi başına onbinde-dörtlük bir kârı temsil eder; oysa tüketici için yüzde 33'lük bir zarar, 33 milyonluk bir toplumsal açık demektir; (Proudhon, [I, 75, 76].) 

M. Proudhon'un dört katma çıkarılmış bir hızdan, asıl hızın yüzde 400'ü diye sözetmesini bile görmezlikten gelebiliriz. Ancak ayrı ayrı yüzdeler olarak hesaplanmış olsalar bile, gene de hız yüzdesi ile kâr yüzdesi arasında bir ilişki kurmak, birbirleriyle kıyas kabul etmez bu iki ilişki arasında bir oran kurmak, paydalarına atıf yapmadan yüzdeler arasında oran kurmak demektir. 

Yüzdeler her zaman yüzdedirler, yüzde 10 ile yüzde 400 birbirleriyle kıyaslanabilirler; bunların birbirlerine oranı, 10'un 400'e oranı gibidir. Demek ki, diyor M. Proudhon, yüzde 10'luk bir kâr, dört katına çıkarılmış bir hızdan kırk kez daha azdır. Görünüşü kurtarmak için de diyor ki, toplum için vakit nakittir. Bu hata, onun, değer ile emek-zamanı arasında bir bağ olduğunu hayal meyal anımsamasından ve alelacele emek-zamanını ulaşım zamanı ile bir tutmasından doğuyor; yani emek-zamanları aslında ulaşım zamanı olan birkaç ateşçiyi, sürücüyü ve diğerlerini toplumun tümüyle bir tutuyor. Böylece hız, bir solukta, sermaye haline geliyor ve bu durumda kendisi de şu sözleri söylemekte tamamen, haklı oluyor: "Yüzde 400'lük bir kâr, yüzde 35'lik bir zarara feda edilecektir." Bu garip önermeyi bir matematikçi olarak kurduktan sonra, bunun bize açıklanmasını bir iktisatçı olarak yapıyor. 

Toplum bir milyon kişiden oluşuyorsa, 400'lük bir toplumsal kâr kişi başına onbinde-dörtlük bir kârı temsil eder. Tamam anlaştık; ama biz, 400'le değil, yüzde 400'le uğraşıyoruz ve kişi başına yüzde 400'lük bir kâr, yüzde 400 demektir, ne fazla ne eksik. Sermaye miktarı ne olursa olsun, kârdan alman paylar her zaman yüzde 400 oranında olacaktır. M. Proudhon ise ne yapıyor? Sermaye için yüzdeler alıyor ve sanki şaşkınlığının yeterince açığa çıkmamasından, yeterince "belirginleşmesinden" korkmuşçasına, şöyle devam ediyor: 

Tüketici için yüzde 33'lük bir zarar, 33 milyonluk bir toplumsal a,çık demektir. Tüketici için yüzde 33'lük bir zarar, bir milyon tüketici için de yüzde 33'lük bir zarar olarak kalır. Öyleyse M. Proudhon, ne toplumsal sermayeyi ve ne de ilgili kişilerden bir tekinin bile sermayesini bilmediği halde, nasıl oluyor da yetkili bir ağızla yüzde 33'lük bir zarar durumunda toplumsal açığın 33 milyona varacağını söyleyebiliyor? Demek ki, M. Proudhon için sermaye ile yüzdeyi birbirine karıştırmış olmak yetmiyor; bir işletmeye yatırılmış sermaye ile ilgili tarafların sayısını bir tutmakla kendisini de aşıyor. 

Sorunu daha da belirginleştirmek için belirli bir sermaye alalım. Yüzde 400'lük bir toplumsal kâr, herbiri bir frank yatırmış bir milyon iştirakçi arasında bölündüğünde, adam başına 4 frank kâr düşer — M. Proudhon'un öne sürdüğü gibi, 0,0004 değil. Aynı biçimde, yüzde 33'lük bir zarar, iştirakçilerin herbiri için 330.000 franklık bir toplumsal açık demektir, 33 milyon değil (100 : 33 = 1.000.000 : 330.000). 

M. Proudhon, kendi kişi-toplum teorisiyle çok meşgul bulunduğundan, 100 ile bölmeyi unutuyor, ki bu, 330.000 franklık bir zarar demektir; ama adam başına 4 frank kâr, toplum için 4 milyon frank kâr demektir. Geriye toplum için 3.670.000 frank net kâr kalıyor. Bu kesin hesap M. Proudhon'un kanıtlamak istediği şeyin tam tersini, yani toplumun kâr ve zararlarının bireylerin kâr ve zararları ile ters orantılı olmadığını kanıtlıyor. 

Salt hesaplama ile ilgili basit hataları düzelttikten sonra, şimdi de, demiryolları örneğindeki bu hız ile sermaye arasındaki ilişkiyi kabullendiğimiz takdirde, hesap hataları çıktıktan sonra, M. Proudhon'un da varmış olduğu gibi, varacağımız sonuçlara bir gözatalım. Diyelim ki, dört kez daha hızlı olan bir ulaşım, dört kez daha pahalıdır; bu ulaşım, dört kez daha yavaş ve dörtte-bir daha aza malolan arabadan daha az kâr getirmeyecektir. Böylece, eğer araba 18 santim alıyorsa, demiryolu ulaşımı da 72 santim alabilir. "Katı matematiksel gerçeklere" göre, M. Proudhon'un varsayımlarının sonucu bu olacaktır — yapmış olduğu hesap hataları çıktıktan sonra kuşkusuz. Ama o aniden bize diyor ki, eğer 72 santim yerine demiryolu ulaşımı yalnızca 25 alırsa, nakliyatının tümünü derhal yitirir. Kesinlikle yük arabasına, hatta ilkel yük vagonuna dönmemiz gerekiyor. M. Proudhon'a verilecek herhangi bir öğüdümüz varsa, o da, İlerici Dernek Programı'nda 100'e bölmeyi unutmamasıdır. Ama, heyhat! bizim bu öğüdümüze kulak verileceğini pek ummuyoruz, çünkü M. Proudhon "ilerici dernek"e tekabül eden kendi "ilerici" hesaplarından o denli hoşnuttur ki, üzerine basa basa şöyle haykırmaktadır: "Değer çatışkısının çözümüyle bölüm Il'de göstermiş bulunuyorum ki, her yararlı keşfin mucidine sağladığı üstünlük, ne yaparsa yapsın, topluma sağladığından kıyaslanmayacak oranda daha azdır. Bu noktayla ilgili kanıtlamayı matematiğin katı gerçeklerine dayandırmış bulunuyorum." 

Şimdi kişi-toplum masalına, —belirli bir emek miktarının daha büyük sayılarda meta üretmesini sağlayan yeni bir icadın, ürünün pazarlanabilir değerini düşüreceği— basit gerçeğini kanıtlamaktan başka hiçbir amaç taşımayan masala dönelim. Buna göre toplum, daha çok değişim-değeri elde ederek değil, aynı değerde daha çok meta elde ederek kâr eder. Mucide gelince, rekabet, onun kârını da kârların genel düzeyine indirir. M. Proudhon, bu önermesini arzuladığı gibi kanıtlayabilmiş midir? Hayır. Ama bu durum, kendisini, iktisatçıları bunu kanıtlayamamış olmalarından ötürü kınamaktan alıkoymuyor. Tersine, iktisatçıların bunu kanıtlamış bulunduklarını M. Proudhon'a kanıtlamak üzere yalnızca Ricardo'dan ve Lauderdale'den aktarma yapacağız — Ricardo, değeri, emek-zamanı ile belirleyen ekolün başı; ve Lauderdale, değerin arz ve taleple belirlenmesinin en uzlaşmaz savunucusu. Her ikisi de aynı önermeyi açıklamışlardır: 

Üretim kolaylığını sürekli artırmakla, aynı araçlarla yalnızca ulusal zenginliği değil, gelecekteki üretimin gücünü de artırmış olmakla birlikte, daha önce üretilmiş bazı metaların değerlerini de sürekli azaltmış oluruz. ... Doğal öğeleri daha önce insan tarafından yapılan işi makinalarla ya da fen bilgisiyle yapmaya kalkıştığımız an, bu tür işin değişilebilir değeri bundan ötürü düşer. Eğer on adam bir buğday değirmenini döndürüyorsa ve yel ya da su yardımıyla bu on adamın emeklerinin tasarruf edilebileceği keşfedilirse, kısmen değirmenin yaptığı işin ürünü olan unun değeri, tasarruf olunan emek miktarı oranında derhal düşecektir; ve on adamın emeğinin üretilebileceği metalar ile toplum, bu on adamın bakım ve geçimine ayrılmış fonlarda hiçbir azalma olmaksızın, daha da zenginleşecektir. (Ricardo, [II, 59].) 

Lauderdale de şöyle diyor: 

Sermaye bir kâr üretmek üzere kullanıldığı her defasında, kâr, hep düzenli bir biçimde, ya — tersi durumda insan eliyle yapılacak işin bir kısmının yerini sermayenin almasından; ya da — insanın kişisel çabasının başarabileceğinin ötesinde kalan işin bir kısmının sermaye tarafından yapılmasından doğar. Makina tarafından yeri alman emeğin ücretleri ile kıyaslandığında, makina sahiplerinin genellikle elde ettikleri kârların küçüklüğü, bu görüşün doğruluğu konusunda belki bir kuşku yaratabilir. Örneğin bazı yangın tulumbaları, bir kömür ocağından bir günde, gerdellerden yardım görüyor olsalar bile, üçyüz kişinin omuzlarında taşınabileceğinden daha çok su çekebilir; ve bir yangın tulumbası, işini, kuşkusuz, yerlerini böylece aldığı insanların ücret miktarlarından çok daha ucuza yapar. Bütün makinalar için gerçekte durum böyledir. Bütün makinaların, daha önceden de yapılmakta olan işi, insan eliyle yapılabileceğinden daha ucuza yapmaları gerekir. ... Daha önceleri dört kişinin yapmakta olduğu bir iş miktarını bir kişinin emeği ile başaran bir makinanın icadına böyle bir ayrıcalık verilecek olursa, bu tekelci ayrıcalığa sahip olmak, o işin yapılmasında, işçilerin çalışmaları sonucu dışında her türlü rekabeti önlediğinden, işçilerin ücretleri, patent geçerli olduğu sürece, besbelli ki patent sahibinin istediği fiyatın ölçüsünü oluşturma durumundadırlar; yani patent sahibinin makina tarafından yerleri alınan emeğin ücretlerinden birazcık daha az fiyat istemesi, onun işsiz kalmamasını sağlamaya yetecektir. Ama patentin süresi dolunca aynı nitelikteki makinalar rekabete sokulurlar; ve o zaman da istediği fiyat bütün diğerleri için geçerli olan ilkeye göre, makinaların bolluğuna göre düzenlenmek durumundadır. ... Kullanılan sermayenin kârı ..., emeğin yerinden edilmiş olmasından doğmakla birlikte, yerini aldığı emeğin değeri ile değil, bütün diğer durumlarda olduğu gibi, sermaye sahipleri arasındaki rekabet ile düzenlenmeye başlar; ve bu kâr, görevi yerine getirmek üzere ortaya çıkan sermayeye olan talep oranında büyük ya da küçük olacaktır. [s. 119, 123, 124, 125, 134.] 

Öyleyse, kâr, öteki sanayilerdekinden daha büyük olduğu sürece, sermaye, kâr oranı genel düzeye düşene dek, yeni sanayilere yatırılacaktır. 

Gördük ki, demiryolu örneği M. Proudhon'un kişi-toplum masalını aydınlatmaya hiç de uygun değildir. Bununla birlikte, M. Proudhon söylevini cesaretle sürdürüyor: "Bu noktalar bir kez aydınlatılınca, emeğin her üretici için nasıl bir artı bırakmak zorunda olduğunu açıklamaktan daha kolay hiçbir şey yoktur." [I, 77.] 

Gerisi artık klasik eski çağlara aittir. Gerisi bir önceki matematiksel gösterinin kuruluğunun yarattığı yorgunluktan sonra okuru tekrar canlandırma amacıyla söylenen şiirsel bir öyküdür. M. Proudhon, kişi-topluma Prometheus adını veriyor ve onun yaptığı yüce işleri şu sözlerle göklere çıkartıyor: 

Her şeyden önce, doğanın bağrından çıkan Prometheus, gözlerini yaşama hoş bir kayıtsızlıkla açar, vb.. Prometheus işe koyulur ve bu birinci günde, ikinci yaratılışın bu birinci gününde, Prometheus'ün ürünü, yani kendi zenginliği, refahı, 10'a eşittir. İkinci gün Prometheus emeğini böler ve ürünü 100'e eşit olur. Üçüncü gün ve onu izleyen her gün Prometheus makinalar icat eder, maddelerde yeni yararlar, doğada da yeni güçler bulur. ... Sınai eyleminin her adımıyla kendi mutluluğunda bir zenginleşme yaratan ürünlerinin sayısında bir artış olur. Ve tüketmek onun için üretmek olduğundan, yalnızca bir önceki günün ürününü kullanan günlük tüketimi, açıktır ki, ertesi güne bir artı ürün bırakır. [I, 77-78.] 

M. Proudhon'un bu Prometheus'ü, ekonomi politikte olduğu kadar mantıkta da zayıf olan garip bir tip. Prometheus bize yalnızca işbölümünü, makinaların uygulanmasını doğal güçleri ve bilim gücünü kullanmayı, insanların üretici güçlerini çoğaltmayı ve tecrit edilmiş emeğin ürününe kıyasla bir artı vermeyi öğretmekle kaldığı sürece, bu yeni Prometheus'ün biricik bahtsızlığı dünyaya çok geç gelmiş olmasıdır. Ama Prometheus, üretimden ve tüketimden sözetmeye başladığı an, gerçekten gülünç olmaktadır. Tüketmek, onun için üretmek demektir; bir gün önce üretmiş olduğunu, ertesi gün tüketmektedir; öyle ki, hep bir gün ilerdedir; bu ilerde olunan gün, onun "artı-emeği"dir. Ama bir gün önce üretmiş olduğunu ertesi gün tüketiyorsa, daha sonraları bir gün ileride olabilmek için, kendisinden önce başka gün olmayan birinci günde iki günün işini yapmış olması gerekir. Ne işbölümünün, ne makinaların ve hatta ne de ateş dışında hiçbir fiziksel güç bilgisinin varolmadığı birinci günde, Prometheus bu artıyı nasıl elde etti? Demek ki, sorun, ta "birinci güne, ya da ikinci yaratılışa" dek geriye götürülmüş olmasına karşın, ileriye doğru bir tek adım olsun atmış değildir. Şeylerin bu biçimde açıklanması, hem Yunan ve hem de Yahudi tadı vermektedir; bu biçim, aynı anda, hem mistik ve hem de allegoriktir. Bu, M. Proudhon'a, "her emeğin bir artı'sı olması gerektiği ilkesini teori ile ve olgularla kanıtlamış bulunuyorum" deme hakkını veriyor pekâlâ. 

Olgular, o ünlü ilerici hesap; ve teori de, Prometheus efsanesidir. 

Ama diye devam ediyor M. Proudhon "bir aritmetiksel önerme kadar kesin olmakla birlikte, bu ilke henüz herkesçe gerçekleştirilmiş olmaktan uzaktır. Mademki, kolektif sanayinin ilerlemesiyle her günün bireysel emeği gittikçe daha büyük ürün üretmektedir ve, bundan ötürü, mademki işçi, aynı ücretle, bunun gerekli sonucu olarak, her gün biraz daha zenginleşmelidir, öyleyse toplumda kâr eden ve diğerleri de çöken katmanlar fiilen var demektir." [I, s. 79-80.] 

1770'de Büyük Britanya Birleşik Krallığının nüfusu 15 milyon ve üretken nüfusu da 3 milyondu. Üretimin bilimsel gücü ise bir 12 milyonluk ek nüfusa daha eşitti. Demek ki, hepsi birden, 15 milyonluk üretici güç vardı. Şu halde üretici gücünün nüfusa oranı l'e l'di; ve bilimsel gücün kol gücüne oranı da 4'e l'di. 

1840'ta nüfus 30 milyonu aşmıyordu: Üretken nüfus 6 milyondu. Ama bilimsel güç 650 milyonu buluyordu; yani tüm nüfusa oranı 21'e 1 ve kol gücüne oranı da 180'e l'di. 

İngiliz toplumunda işgünü böylece, yetmiş yılda yüzde 2.700 üretkenlikte bir artı elde etti; yani 1840'ta, 1770'tekinden 27 kat daha çok üretiyordu. M. Proudhon'a göre ortaya atılması gereken soru şudur: 1840'ın işçisi, neden 1770'inkinden 27 kat daha zengin değildi? Böyle bir soru sormakla kişi, doğal olarak, İngilizlerin bu zenginliği, içinde üretilmiş bulunduğu tarihsel koşullar olmaksızın, yani özel sermaye birikimi, modern işbölümü, otomatik atelyeler, anarşik rekabet, ücret sistemi — kısacası uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının üzerine oturan şeylerin hiçbiri olmaksızın üretebilecekleri varsayımını yapıyor demektir. Üretici güçlerin ve artı-emeğin gelişmesi için gerekli koşullar bunlardı işte. Bundan ötürü, üretici güçlerin bu gelişimi ve bu artı-emeğin elde edilebilmesi için, kâr eden sınıfların ve çöken sınıfların varolmaları zorunluydu. 

Öyleyse M. Proudhon tarafından diriltilen bu Prometheus sonuç olarak neyin nesidir? Toplumdur, uzlaşmaz sınıf karşıtlarına dayanan toplumsal ilişkilerdir. Bu ilişkiler kişi ile kişi arasındaki ilişkiler değil, işçi ile kapitalist, kiracı çiftçi ile toprak sahibi vb. arasındaki ilişkilerdir. Bu ilişkileri yok edin, bütün toplumu da yok edersiniz, ve Prometheus'ünüz kollardan ya da bacaklardan yoksun bir hayaletten başka bir şey olmaz; yani otomatik atelyelerden yoksun, iş-bölümünden yoksun — tek sözcükle bu artı-emeği elde etmesi için ona başlangıçta vermiş olduklarınızın hepsinden yoksun. 

Öyleyse, M. Proudhon'un yaptığı gibi, artı-emek formülünü, üretimin gerçek koşullarını hesaba katmaksızın eşitlikçi anlamda yorumlamak teorik olarak yeterli olduysa eğer, şu anda elde edilen zenginliği, üretimin şimdiki koşullarını değiştirmeksizin, işçiler arasında eşit bir biçimde üleştirmek de uygulamada yeterli olmalıdır. Böyle bir dağılım, bundan pay alan bireylere yüksek düzeyde bir rahatlık sağlamayacaktır elbette. 

Ama M. Proudhon sanıldığı kadar kötümser değildir. Kendisi için oran her şey demek olduğuna göre, tam olarak donatılmış Prometheus'ünde, yani bugünün toplumunda, gözde düşüncesinin gerçekleşme başlangıçlarını görme durumundadır. 

Ama zenginliğin ilerlemesi, yani değerler oranı, her yerde egemen yasa durumundadır; ve toplumsal partinin yakınmalarına karşı iktisatçılar, kamu zenginliğinin ilerleyen büyümesini ve en bahtsız sınıfların bile koşulların iyileştirilmesini savundukları zaman, bilmeden, kendi teorilerinin mahkûmiyeti demek olan bir gerçeği açıklamış oluyorlar. [I, 80.]

Kolektif zenginlik, kamu serveti, gerçekte nedir? Burjuvazinin zenginliğidir — tek tek her burjuvanın değil. Öyleyse iktisatçılar, varolan üretim ilişkileri içinde, burjuvazinin zenginliğinin nasıl büyümüş olduğunu ve nasıl daha da büyümesi gerektiğini göstermekten başka bir şey yapmış değillerdir. Çalışan sınıflara gelince, bu sözde kamu zenginliğinin artması ile bunların koşullarının düzelmiş olup olmadığı hâlâ çok tartışmalı bir sorun olarak durmaktadır. İktisatçılar iyimserliklerine gerekçe olarak pamuklu sanayiinde çalışan İngiliz işçileri örneğini gösterecek olurlarsa, bu durumu ancak ticari bolluğun ender anlarında bulurlar. Bu bolluk anlarının bunalım ve duraksama dönemlerine olan "gerçek oranı" 3'e 10'dur. Ama iktisatçılar iyileşmeden sözederken, İngiltere'de aynı sanayide çalışan bir-buçuk milyon işçi her on yılda üç yıl bolluk görsün diye Hindistan'da yokolmak zorunda kalmış milyonlarca işçiyi düşünüyorlardı belki de. 

Kamu zenginliğine geçici olarak katılmaya gelince, bu ayrı bir sorundur. Geçici katılma olgusu iktisatçıların teorisinde açıklanmıştır. Bü olgu, M. Proudhon'un dediği gibi teorinin mahkûm edilmesi değil, ama kanıtlanmasıdır. Eğer mahkûm edilmesi gereken bir şey varsa, o da, zenginlikte artış olmasına karşın, işçiyi, göstermiş bulunduğumuz gibi, asgari ücrete indirgeyecek olan M. Proudhon'un sistemi olurdu elbette. M. Proudhon, değerlerin gerçek oranını, yani —emek-zamanı tarafından— "oluşturulmuş değer"i uygulama olanağını ancak işçiyi asgari ücrete indirgeyerek bulabilecekti. Ücretler, rekabet sonucu, işçinin geçimi için gerekli gıda fiyatlarının bazan.üstünde bazan altında salındığı içindir ki, işçi, kolektif zenginliğin gelişmesinden bir ölçüye dek pay alabilir ve ayrıca yoksulluktan da mahvolabilir. Bu konuda hiçbir kuruntuya kapılmayan iktisatçıların teorisi budur işte. 

Demiryolları konusundaki, Prometheus konusundaki, ve "oluşturulmuş değer" üzerinde yeniden oluşturulacak yeni toplum konusundaki konu-dışı uzun sapmalardan sonra, M. Proudhon, kendisini toparlıyor; duygularına kapılıp babacan bir tonla şöyle haykırıyor: 

İktisatçılara yalvarıyorum; sakin bir kafayla — kendilerini rahatsız eden önyargılardan uzak kalarak ve halen uğraşmakta oldukları ya da elde etmeyi umdukları işe, hizmet ettikleri çıkarlara, arzuladıkları tasviplere ve gururlarını besleyen ünlere aldırmaksızın— her emeğin bir artı bırakması gerektiği ilkesini, bizim açıkladığımız bu öncüller ve sonuçlar dizisi içinde bugüne dek hiç düşünüp düşünmediklerini bir an için kendi kendilerine sorup bize söylesinler. [I, 80.] 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.